20 Haziran 2012 Çarşamba

Ayıp ayıp çok ayıp!

Millet olarak ayıba kafa yorduğumuz kadar teknolojiye önem versek nerelere gelirdik diye düşünüyordum.

    Dün asansöre yaklaştığımda önünde bekleyen 8-9 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Koşarak gelmiş oraya belli. Yüzü terliydi. Selam verdim küçük kıza, gülümsedim. "Neden koştun bu kadar" dedim. Kaçıncı kata çıkacağımı sordu hemen. "En son kata çıkacağım" dedim. Asansörün kapısını açtı "peki siz çıkın amca ben sonra çıkarım" dedi. Açıkça görülüyor ki 8-9 yıllık kısacık hayatına, babası yaşında bir adamla da asansöre binmemesi öğretildi. Üstelik herkesin birbirini tanıdığı ufak bir sitede. Ki ailesi 5 kat aşağımızda yaşayan komşumuz.

   Hayatımızda ne kadar çok "ayıp" diye öğretiler var diye düşündüm. Büyüklerin yanında konuşma, yaramazlık yapma, tanımadığın insanlar selam verirse sorgula!, sokakta arkadaşın da olsa erkeklerle konuşma, eve laf getirme, hava kararmadan eve gel, komşularının olduğu mahallede dikkatli adım at vs vs

   Beyinlerimiz o kadar çok çalışır, o kadar çok düşünür ki, uyanık olduğumuz her an beynimizin bir işle meşgul olması gerekir. Kimisi işine yorar, kimisi kıskandığı sevgilisinin an be an ne yaptığının analizine, kimisi CERN'de protonları çarpıştırmaya ve dünyanın nasıl meydana geldiğini anlamaya. Ama mutlaka bir şeye yormak zorundasın.
Çevrenizde bu ayıpları dikkatlice analiz eden insanlara bakar mısınız. Benimle aynı asansöre binmeyi ayıp olarak gören kızın annesini de tanıyorum. 3. kattan komşularını gözlemler ve sürekli onlara balkondan sorar "nereye gidiyon kııız, elindeki poşetlerde ne var, yeni kıyafet mi aldın sen, güne gidecek misin" bizimkiler dizisinin Cemil abisi işte. Boş beleş, düşünecek tek derdi bugün ne yemek yapsam olan, komşularının yeni aldığı çamaşır makinasını kıskanan insan modeli işte. Bu kadından ne kadar bir gelişme ve topluma katkı sağlamasını bekleyebiliriz ki?

Platon, devlet isimli kitabında Sokrates'in, devletin nasıl yönetilmesi gerektiği konusundaki sohbetlerin yer verir. Sokrates bütün milleti ve onu yöneten devleti tek bir insan gibi görür örnekler verir. Şimdi biz de milletimizi tek bir insan gibi düşünelim

Maalesef milletimiz de bizim komşu kadın gibi ayıba, bütün geleneklere ve toplumun baskısına çok önem verir. Bütün milletin beyninde çok fazla yer tutar bunlar, daha önemli olan bir çok şeyi düşünmeye ne yer kalır beynimiz de ne de vakit. Ve o kadar çok iki yüzlüdür ki bu ayıplar inanamazsınız. Sokakta kavga etmek normaldir, insanlık dışı bir durum değildir yani. Sokak başında durup kızları kesmek, laf atmak normaldir ama aynı yerde bira içmek ayıptır. Aynı ailedeki kızın erkeklerle konuşması kesinlikle yasaktır ama erkeğin sevgilisi olunca gurur kaynağıdır.

Gerçekten bütün milletimizin kafası ayıplarla ve toplumsal kurallarla doludur. Sürekli böyle boş işlerle meşgul oluruz. Keşke bunlara kafa yorduğumuz gibi bilime, sanata, edebiyata ya da sporlara kafa yorsak. Keşke komşu kadın balkonda milletin nereye gittiğinden çok, bütün ayıpları aşıladığı kızının hangi sporda başarılı olacağına kafa yorsa. Keşke sokaklarda milletin namusunu korumaya gönüllü amcalar, abiler sokakta müzik yapsa.

Belki de 21.yy "ayıp" diye bir çok şeyi gizli kapaklı yapmaya çalışmazdık. Ailemizle iletişimimizi en üst seviyeye çıkarıp, çok daha sağlıklı bir toplum olabilirdik.

12 Haziran 2012 Salı

"Ben sensiz yapamam" dersen terk edilirsin!

   California'da yaşayan James vardı. Zengin bir çocuk. Çok az çalışmasının karşılığında inanılmayacak kadar iyi paralar kazanırdı. Pahalı arabalar, lüks gece klüpleri, etrafında sürekli  onu arayan insanlar...
Bir çok insan gibi Jane de  bu çocuktan etkilenmişti. Daha sık vakit geçirmeye başladılar. Bir süre sonra Jane, James'in evine taşındı beraber yaşamaya başladılar. James aslında bir uyuşturucu satıcısıydı. Onu arayan kişilerle 10-15 dk kadar buluşup cep dolusu parayla geri dönüyordu. Canım cicim aylarında beraber uyuşturucu kullanıyorlar, arkadaşlarıyla eğleniyorlar, sürekli partiler. Jane, yaşamadığı kadar eğlenceli bir hayat yaşıyordu.

  Zaman su gibi akıp geçti. Jane artık o kadar alışmıştı ki, uyuşturucu onun için hayatın bir parçası oldu. Kullanmadığı günlerde geginlikler yaşıyor, James'le kavga ediyor, hayat çekilmez bir hal alıyordu. Lüks gece klüplerinde şatafatlı partiler artık son bulmuştu. Jane artık tam bir uyuşturucu bağımlısıydı. Yaşanan gerginlikler, kavgalar artık şiddete dönmüş, Jane dayak yemeye başlamıştı. James, Jane'i evden kovuyor ama uyuşturucu bağımlısı olan Jane mecburen geri eve dönüyordu. Yapabileceği bir şey yoktu. Jane'in bağımlısı olduğu şey, James'in ellerindeydi. Jane, Jamesten gördüğü şiddetin kanıtı olan, üzeri sigara yanıklarıyla dolu kollarına iğne yaptığında bir kaaç saat rahatlıyor, James'e minnet duyuyordu...

   Haticeyle Kerem daha lisede tanışmışlardı. Birbirlerine o kadar aşıklardı ki ikisi de birbirinden başkasını göremiyorlardı. Evlenme hayalleri kuruyorlardı sürekli. Aradan yııllar geçti, aşklarından hiç bir şey kaybetmediler. Kerem askerden geldikten sonra babasının işini devam ettirdi. Haticeyle nişanlandılar. Kerem artık babasının dükkanının ortağı, gelecek vaadeden genç bir esnaftı. Kimsenin umutlarını boşa çıkarmadı. Gün geçtikçe işler daha iyiye gitmeye başladı. Haticeyle artık evlendiler. Hatice, Kerem'i o kadar sevdi ki, o kadar çok güvendi ki, bütün geleceğini onda gördü. Okumayı aklından bile geçirmedi çünkü üniversitede Keremden ayrı geçireceği 4 yıl tamamen zaman kaybıydı. Neden ekonomik olarak kendi ayakları üzerinde durmaya çalışsın ki? Kerem bir ömür ona bakardı.

   Evliliklerinin üzerinden 2 yıl geçti. Kerem'in işleri çok iyiydi. Artık eve geç gelmeye, bahaneler uydurup şehir dışına gitmeye başlamıştı bile. Hayatında Kerem'den başka hiçbir dayanağı olmayan Hatice, artık kıskançlık krizleri geçirmeye başladı. Sürekli kavga eder oldular. Kerem'in gözünde artık Hatice'nin çok fazla bir değeri kalmamıştı. Neden çok değeri olsun ki ? Kendine bir kıyafet almak için bile Kerem'e bağımlı olan Hatice, dayak da yemeye başladı. Dayak da yese, hakarete de uğrasa Hatice'nin başka hiç bir alternatifi yoktu ki. Hayatını devam ettirebilmek için Kerem'in onu beslemesi lazım. Kerem'in verdiği kadar parası olur, Kerem'in aldığı kadar eşyaya sahip olabilir. Bir insan için ne kadar acı bir durum!

Amerika'da Jane, Türkiye'de Hatice. İkisinin de kaderi ortak. Keşke ikisinin de bağımlılıkları olmasaydı. Keşke ikisi de ilk dayaklarını yediklerinde kapıyı çarpacak kadar kendi ayakları üzerinde durabilselerdi. Acaba 2. defa hiç dayak yerler miydi?

9 Haziran 2012 Cumartesi

- Ben özgürüm + Hayır, sen kölesin!


   Hemen hepimizin muhtemelen ergenlik çağında veya dönem dönem özgür olduğunu iddia etmiş, ya da kendimizi öyle sanmışızdır sanırım. Özgürlüğü, bir çoğumuz da alıp başını gitmek, belki de isyan etmek olduğunu düşünmüştür. Peki bunların hepsini düşünürken nelerimiz vardı ? Büyük ihtimalle para için onlara bağımlı olduğumuz ailelerimiz ya da sahip olduğumuz işlerimiz ve çok sevdiğimiz arkadaşlarımız. Bunların hepsi bizim sorumluluklarımız ve fedakarlıklarımız...

Sorumluluk ve fedakarlık, özgürlüğün en büyük düşmanlarıdır. Çünkü; çocuk sahibi bir ebeveyn olduğunuzu düşünün. Çocuklarınız olduğu sürece özgür değilsiniz. Onlara karşı sorumlusunuz. Onlar siz olmadan hayatta kalamazlar. Özgürüm deyip, yarın  Akdenizde çılgın partiler yapamazsınız. Topluma karşı sorumluluklarınız vardır, masada oturan arkadaşlarına karşı sorumluluğun vardır. Hatta bir garsona karşı bile sorumluluğun vardır. Ona kibar olmak zorundasın
Çok yorgun ve uykusuz olduğunuz zaman sevdiğiniz bir arkadaşınız yadım istediğinizde ise fedakarlık devreye girer, bu da özgürlüğü öldürür.

Sahip olduğunuz her şey size bir sorumluluk ve misyon yükler ve bu "özgürlük" dediğimiz kavramı kısıtlar ya da yok eder. Özgür kalmak istiyorsan sahip olduğun her şeyi bırakacaksın, terk edeceksin. hiç kimseye, hiç bir şeye karşı sorumluluğun olmadığı zaman özgür kalırsın!

İnsan sosyal bir canlı olduğu için her zaman başka bir insana muhtaçtır. Sırf özgür olmak için de toplumdan ayrılıp mağaralarda yaşamayız. Sadece geçici bir süreliğine özgür kalabiliriz, sorumluluklarımızı geride bırakıp,  bağımlısı olduğumuz paraya ihtiyacımız olmadan zaman geçirebilirsek özgür kalabiliriz.

Cep telefonunun olmadan, insanlardan, şehirden uzak bir yerde vakit geçirebilmek, istediğin yere çişini yapabilmek, başkası duyacak mı diye düşünmeden bağırabilmek, bir şeye zarar verir mi diye düşünmeye yer bırakmadan taş atabilmek. İşte bunları yaparken geçirdiğin vakit. Pure özgürlük

8 Haziran 2012 Cuma

Neden insanlar iki yüzlüdür?


Aslında hiç kimse iki yüzlü ya da çok yüzlü değildir. Bu iki yüzlülük diye bildiğimiz kavram tamamen insanın içerisinde zaten var olan sıfatlarla alakalıdır. İstisnasız her insanın içinde kısaca;
Yalancılık, bencillik, cimrilik, aldatmaca, ön yargı...
Bununla birlikte;
Dürüstlük, cömertlik, saygı, fedakarlık... gibi güdüler vardır.

Bunların içerisinde en baskın olanı bencillik, ben duygusudur. Kulağa kötü bir kavram gibi gelebilir ama bu, sizin hayatta kalmanızı sağlayan en büyük güdüdür. Yani karşıdan karşıya geçerken bile arabalara dikkat etmemizi sağlayan aslında ben duygusudur.

İnsan kendisi için her zaman en iyi olanı arzular. En iyi partneri, en çok para kazandıracak işi, en güzel arabayı, en mükemmel arkadaşı vs. Yine bunlar ben duygusudur. Bunlara sahip olmak, toplumdaki yerinizi yüceltecek, egolarınızı tatmin edecektir. Size saygınlık kazandıracaktır. Bunların tersine hizmet eden, çıkarlarımızı baltalayan her şey, hayatınızdan çıkmak zorundadır! Babası oğlunu pompalı tüfekle vurmuyor mu tarla yüzünden?

En yaygın iki yüzlü(!) insan genelde terk edendir. Bir erkek, kadını terk ettiğinde iki yüzlü oluverir hemen. Ama kadın kendisine hiç sormaz "acaba ben neyim, kimim ki..benim artım ne ki diğer kadınlardan da beni istemedi?" diye. Peki bu kadın, bu adamın arkadaşlarına gururla göstereceği bir kadın olsaydı, bu adam onu terk eder miydi? Demek ki bu beraberlikte bir sorun var.

Aynı şekilde erkekler. Bir şekilde bir kadının numarasını alır, 1-2 defa konuştuktan sonra, telefonları açmayan kadın da iki yüzlü(!) olur. Peki beyefendi, senin kollarında gururla dışarıda yürüyeceğini bilen kaç tane kadın bu şekilde davranırdı?
Kendine bir sor bakalım ben bu kadına ne katabilirim? Mantıklı bir cevabın var mı ?